Elden gidince kıymet bilen milletiz. Ardından “hey gidi,” demeyi severiz.
İmkânlar ölçüsünde ailece ülkemizin güzelliklerini görmeye çalışıyoruz. Epeyce şehir dolaştık. Hatıralar biriktirdik.
Hafta sonları ise direksiyonu yakın şehirlere kırıyoruz. Kastamonu’dayken Sinop, Ankara, Çankırı, Bartın, Karabük’tü. Şimdi ise Bursa, Sakarya, İstanbul…
Bu hafta sonu gözümüze Sakarya’yı kestirdik. Amacımız ormana gitmek bir iki saat yürüyebilmekti. Hava da o kadar güzeldi ki apar topar çantalarımızı hazırlayıp Sakarya’ya doğru yola çıktık.
Yol kısa. İki adımlık mesafe. Düşünün ki Sakarya’da okurken oturduğum evden üniversiteye giderken katettiğim mesafe, İzmit’teki aile evimden gidip gelirken aldığım mesafeden uzundu.
Sakarya’nın hem sanayisiyle hem de bilhassa mısır ve fındık tarımıyla meşhur ilçesi Ferizli’ye doğru yol alıyoruz. Poyrazlar Gölü’nün orada olması beni Ferizli’ye çekiyor. Ve akrabalık bağları.
Karadeniz’den uzun yıllar evvel göçen aileler Zonguldak, Düzce, Bolu, Sakarya ve Kocaeli’yi yurt edinmişler. Aynı ailenin fertleri. Nefeslenmek için duran, göçünü sırtından indiren kalmış orada. Bizim ailemiz için de geçerli bu.
Çoğu aileye şunu sorsam, cevabını alırım: “Araklı’nın neresindensin?” Oralı değilim, demesi zor ihtimal.
Ferizli’de yolumuz Damlık Köyüne düşüyor. Köy değil de mahalle diyelim. Artık öyle deniyor.
Damlık, Ferizli’nin aşağı yukarı 700 nüfuslu bir mahallesi. İlçe merkezine yakın. Köye giden birkaç yol var. Ben Google Amca’nın ilk gösterdiği yolu seçiyorum. Organize sanayinin içinden götürüyor beni.
Damlık köyünde bir iki senedir hareketlilik var. Cezaevi inşaatı dolayısıyla. Çok sürmez, yakın zamanda ilçe bu köye doğru genişler. Arayı dükkanlar, evler doldurur. İyi mi olur yoksa kötü mü, zaman gösterir.
Ferizli Cezaevi köy merasının olduğu yerde inşa ediliyor. Köyü ve cezaevini geçiyor, ormanlık alana ulaşıyoruz. Oh… Derin bir iç çekişi… Memleketin her köşesinde yürüsem, yürüsem, yürüsem…
İki saat kadar yürüdük. Yolda kuşların sesini, hayvanların izlerini takip ettik. Durduk, soluklandık, yürüdük…
Dallardan meyveler topladık. Böğürtlen, döngel (muşmula), yemişen, kestane… Dallardan topladıklarımızı yedik, yanımızda getirdiklerimiz üzümleri de dallara astık. Değiş tokuş.
Kayınpederim ormanın dilinden anlıyor. İzlerinden, sesinden anlıyor nerede ne var. Bir de türkü açıp mırıldanıyor sırtını ağaca yaslayıp. Gurbet, söyletiyor.
Tabiat bize kollarını açıyor. Taş yığınlarının arasından kurtuluyor, doğaya sığınıyoruz. Birkaç saat bile olsa, yetiyor. Sonrası yine kalabalık, yine gürültü… Fakat şehir her geçen gün ormanı yutuyor. İhtiyaçtan desem, değil. Orman sakinlerine yaşayacak yer kalmayacak böyle giderse. Bizimse bizden, hamurumuzdan olmayan taş yığınlarından kaçacak yerimiz… Elden gidince kıymet bilen milletiz. Ardından “hey gidi,” demeyi severiz.
Vakit nasıl geçiyor anlamıyoruz. Yol bizi tekrar şantiyeye ulaştırıyor. Kocaman bir daire çizmişiz.
– – –
Hava alabildiğine sıcak ama mantarlarımız ve kestanemiz var. Kuzineyi yakacağız mecbur. Kuzineye önce mantarları atıyoruz. Mantar işi tehlikeli elbet. Mantardan anlamayanı zehirler daha ne olduğunu anlayamadan. Kültür mantarını tercih ediyoruz. Kastamonu, Küre’de hayatları boyunca dağlardan mantar toplamış kişilerin zehirlendiklerini, vefat ettiklerini duyduk. Tecrübe bile fayda etmiyor bazen. Olacak olan, oluyor.
Sonra kestaneler… Öyle güzeller ki. Masaya konmasıyla bitmesi bir oluyor. Hiçbirimizin soğumalarını bekleyecek hâli yok.
Şükürler olsun, bu güzellikleri bizlere sunan Rabbimiz’e. Kıymetini bilmek gerek… Sanki elimizden hiç gitmeyeceklermiş gibi kıyıcıyız yaratılana karşı. Bu böyle yürümez. Nereye varacak bu iş? Yol kenarında başlayan çöpler, ormanın derinliklerinde dahi gösteriyor kendini. İçki şişeleri, sigara paketleri her yerde. Fakat su ısıtıcı dahi görüyorum. Ormanda ne işi var ketılın? İçim sıkılıyor. Doğaya acımayan hayvana, insana acır mı?
Bu gördüklerimizden içimiz sıkılsa da bir arada olmak bizi ısıtıyor. Şükrediyoruz, bizleri kavuşturana…
Son çaylarımızı içiyor ve yola düşüyoruz. Yolcu yolunda gerek.
Karasu’ya gitmekten son anda vazgeçiyoruz. Başka sefere, diyoruz.
20 yıllık dostum, kardeşim Uğur’un misafiri oluyor, sonra da eve dönüyoruz. Güzel bir günün ardından, tatlı bir yorgunluk… Buna değer.