Zaman zaman geriye dönüp baktığımda bazı anıları yaşandığı şekliyle hatırlamakta zorluk çekiyorum. Bazen zamanlar, bazen isimler yer değiştirebiliyor. Bazen de hikayede ufak tefek oynamalar oluyor. Zihnimiz anıları yoğura yoğura en güzel, en hatırlanmaya değer hâle getiriyor vakit geçtikçe. Yaşandığı gibi hatırlansa çoğu şey, geçmiş zamanların yükü hiç inmezdi omuzlarımızdan. Anılar güvenli bir liman, sığınılacak bir yuva çoğu zaman.
Ömrümde -çokça imkan olmasına rağmen- sadece iki kez yurt dışına çıkabildim.
İki yurt dışı seyahatimden ilkini Umre sebebiyle Arabistan’a gerçekleştirdim. Gerçekleştirdik, desek daha doğru olur hatta. Aynı aileden hatırladığım kadarıyla on beş kişi uçağa doluştuk ve amca oğlu Nuri abinin Hacc – Umre işleri yapan şirketiyle ibadetimizi yapabilmek üzere kutsal topraklara uçtuk.
Mekanı cennet olsun, nice insanı kutsal topraklarla buluşturdu güzel insan, Nuri abimiz.
– – –
Eskiler kutsal topraklara otobüslerle giderlermiş, daha eskiler atlarla, develerle… Onlar aylar süren yol hikayelerini anlatırlardı, yazarlardı. Biz ise gecenin üçünde uçağa bindik, sabahın erken saatinde Medine’ye vardık. Yol hikayemiz üç saat kadar sürmüş oldu.
Medine’ye her birimiz yüreğinde tatlı bir sevinç ile adım attık.
İlk günün heyecanıyla adımlamaya başladık kutsal beldeyi. Otelimiz Mescid-i Nebevi’nin hemen yanıbaşındaydı. Ezan sesini duyduğumuzda otelden çıksak, ezan bitmeden Mescid’de oluyorduk. Ki otele nadiren gidiyorduk. Günümüzün çoğu Mescid’de geçiyor, kalan vakitlerde de şehri tanımaya çalışıyorduk.
Samet’le beraber dolaştığımız vakitlerde ise Mescid-i Nebevi’nin duvar çevresinde konuşlanmış dükkanlara bakma fırsatımız oldu. Shawarma çok meşhur. Bildiğimiz soslu tavuk dürüm. Telaffuz ettiklerinde -çevirme- diye çıkıyor ses. Hemen Mescid-i Nebevi girişinde ise KFC ve Starbucks dükkanları… İbadet alanlarının haricinde hayat herhangi bir şehirdeki gibi akıyor. Ezan sesi duyulduğunda bütün işler bırakılıp, namaza geçiliyor.
Günlerimiz sayılı… Peygamber Efendimiz’in kabrinin yanıbaşındayız… Dinimizin, İslam medeniyetimizin izlerini takip ediyor, ruhunu idrak etme gayreti içerisine giriyoruz.
Dünyanın her yerinden dindaşlarımızla aynı Mescid’in içerisindeyiz. İnsanları, heyecanlarını gözlemliyor, dilimiz döndüğünce üç beş cümle sohbet bile ediyoruz. Öyle insanlarla karşılaştık ki bırakın uçağı, herhangi bir araca parası yetmediği için aylar süren yürüyüşlerle zar zor gelmişler kutsal beldelere… Kalacak yeri olmadığı için sokaklarda yaşayarak Umre ibadetini yerine getiriyorlarmış. İmrendim… Türlü türlü imkanların içerisinde bile şikayetlenebilecek şeyler bulabildiğim için kendime kızdım.
Gözümüzü açtığımızda güzellikle, yumduğumuzda güzellikle karşılaştığımız bir dört gün geçirdik gül kokulu beldede.
Şehrin kalan kısımlarındaki çarpıklığı, kabalığı gördük ama biz işimizle, amacımızla meşgul olmaya gayret ettik.
Fakat üzüldüm, kutsal beldelerin Suudların elinde olmasına. Özellikle Kâbe’nin yanıbaşındaki kibir abidesi kuleleri görünce Kâbe’den daha yüksek yapılaşmaya izin verilmeyen, yetişemediğimiz günlerin hasretini çokça duydum.
Bunlar derinden yaralayan meseleler.
Dört gün Medine’de kaldık.
Sonra otobüslerimize doluşup Mekke’ye doğru saatlerce sürecek bir yolculuğa çıktık.
– – –
Mekke… Mekke’deyiz. Hemen eşyalarımızı otele koyup dışarı çıktık. Her birimizin kalbi göğsünden çıkacak kadar sert çarpıyordu. Mescid-i Harâm’a doğru yol aldık.
İlk karşılaşma. Gözlerimi kaldırıyorum. Allah’ım… Allah’ım… Kâbe…
Takatimiz bitene kadar oradan ayrılmamak için direndik. Her gün… Sadece uyumak için otele döndük. Bazı vakitler dönmedik bile. Bir köşeye kıvrılıverdik.
Şimdi düşünüyorum, ne yazabilirim Kâbe ile göz göze geldiğimiz an hakkında? Tavaf için ne yazılır? Umre için? Ne düşünülür? Ne desek eksik kalmaz mı?
Arafat’a, Uhud’a, Nur Dağı’na, Kuba Mescidi’ne gittik. Mescid-i Kıbleteyn’e, Yeşil Kubbe’ye… Hele Nur Dağı… Gecenin karanlığı şehrin üzerindeyken tırmanmaya başladık. Gün aydınlanırken iniyorduk.
Daha nice yerleri ziyaret ettik.
Toplamda 14 gün kaldık kutsal beldelerde. Umremizi tamamladık. Rabbim kabul etsin.
………
İbadetlerimizin yanısıra Mekke’yi tanımak için de vakit ayırdık. Şehrin şatafatlı bölümleri de var ama yüksek duvarların hemen arkası yıkık dökük, harap yerler.
Kâbe’nin yanıbaşında Zemzem Tower! Kibir abideleri… İçlerine girmemek için çok direndim ama sonunda dayanamadım. Mekke’den çıkıp Londra’ya giriyor gibi oluyor. Uhrevi olandan dünyevi olana bir adımda geçiş…
………
Son olarak belirteyim, Türkleri hemen tanıyorsunuz. Arabistan askerleri biz Türkler’den bezmişler. Her giden Türk umreci kuralları çiğnemekte o kadar mahir ki askerler gülüyorlar artık. Komik manzaralarla karşılaşmamak mümkün değil.
………
Umre ziyaretimizi gerçekleştireli iki sene oldu. Keşke dedemin öğüdüne uyup kalem-defter götürseydim yanımda. Özel mekanlar haricinde günlük yaşamın sürdüğü yerleri de not edebilirdim. Aklımdan çıkmış çoğu yerin ismi.
Yazıya başlarken şehirler, insanlar, tarih, sıkıntılı durumlar gibi bir sürü konu başlığı belirlemiştim. Ama yazdıkça sildim. Çünkü ibadet ederken o zorlukları gözüm görmedi. Kimsenin gözü görmedi. Şimdi üzerinden iki sene geçmişken taksicileri, lokantacıları, dilencileri yazmanın alemi yok.
Dünyadaki bütün Müslümanların, din kardeşlerimin toplandığı kutsal beldeler. Başımı nereye çevirsem başka bir coğrafyanın insanıyla göz göze geldim. Rengarenk insanlardık orada. Siyahın, beyazın, sarının her tonundan insanlardık. Kucaklaştık.
Medine Müdafasının kahramanı Fahrettin Paşa’yı yâd ettik. Söyleyeceğimiz çok şey var ama sırf kutsal beldelerin hatırına dişimizi sıkıyoruz.
Uçakla dönerken babamın 91’de Hacc’dan döndüğü zamanı hayal meyal hatırlamaya çalıştım. Ama sadece getirdiği oyuncaklar kalmış hatırımda.
Kartepe, Cengiz Topel Havaalanına indiğimizde saat gece yarısıydı. Yolun değil ama birkaç kendini bilmez yolcunun koca uçaktaki insanları yorabildiğini gördüğümüz bir uçuşun sonunda bizi Fuad Turizm’in sahibi Nuri Tandoğan ağabeyimiz karşıladı. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olur inşallah.
……….