Baba mesleğim marangozluk. Ağacı, fidanlığından bilirim. Ormandaki ömrünü tamamlayıp, marangozun elinde “bir şey” olabilmiş, sobada yanıp gitmemiş ağaçları ise yaşam döngüsünün şanslıları kabul eder ve toprağın, ormanın hatırası bilirim.
İki ayrı ağacın hatırasını taşıyan, iki güzel kalem standı var elimde. Gün boyu düşündüm, bir kalem standını nasıl anlatabilirim, diye? Ağaçtan mamul iki kalemliği anlatsam size, bir, hadi bilemedik iki paragraf alır. Kalemlikleri üreten, bizimle buluşturan Eng Kalem’e teşekkür ederek tamamlarız. Ama iki güzel kalemliğe hayat veren biri dişbudak, diğeri meşe ağacının hikayesini anlatırsam, işte o zaman yazdığım şey yazı, masamdaki kalemlikler de ormanın hatırası olurlar.
Bir yerden başlayayım…
Dişbudak, ormanda hızlı büyüyen, ışığa düşkün bir ağaç. Gövdesi sert ama esnektir. Rüzgârı dinler, yönünü şaşırmaz ama savrulmayı da bilir. Şehrin nemli vadilerinde, dere yataklarında, sabah sisiyle birlikte sessizce yükselir.
Yer seçer. Suya yakın olmak ister. Hayatı “yaşanabilir” kılacak koşulları arar. Kendiyle barışmak için doğayla barışmak zorundadır. “Ne olursa olsun burada kalırım” demez, diyemez.
Meşe ise öyle mi? Şehrin ormanlarında kendine gövdeyle değil kökle yer bulur. Ağır büyür, yerini hemen almaz ama aldığı yerden asla vazgeçmez. Toprak seçmez; verimli olmasa da toprağı ve nimetlerini kabul eder. Rüzgâr estiğinde gövdesi kımıldamaz, yalnızca dalları konuşur.
Meşe, iklimle mücadele eder; kuraklığa, fırtınaya, fakir toprağa rağmen kök salar. Direnir. Hızlı büyümek gibi bir kaygısı yoktur. Kimi zaman kabuğu çatlar, kimi zaman içi oyulur ama ayakta kalmasını bilir.
Dişbudak ve meşe aynı ormanda yaşar ama asla aynı yöne bakmazlar. Dişbudak ışığı takip eder; meşe gölgeye tahammül eder. Dişbudak konuşkandır, rüzgârla kolay anlaşır; meşe ise dinler ama çok geç cevap verir.
Birlikte yaşarlar ama birbirine benzemezler. Biri hareketin, diğeri sabrın temsilidir.
Kimi eşyalar sessizdir, ama taşıdıkları yaşam öyküsüyle bir bir yaşamın döngüsünü, tarihini anlatırlar. Masamın köşesindeki bir kalemlik, aslında bir ormandan kalan hatıradır.
Bu iki ağaca evvel bir şehir bulmak gerek. Her iki ağacın da aynı ormanda yetişebilmesine imkân sağlayan mevsim, toprak özelliklerine ve dahasına baktığımda önüme bana ömrümün en güzel üç yılını sunan Kastamonu’yu koydu kaynaklar. Bu ormanın hikâyesi anlaşılan, Kastamonu’da yazılacak…
Kastamonu’da, Ilgaz Dağları’nın eteğinde, zamanla örülmüş ormanlarda başlasın bu öykü.
Dişbudak, akarsu kenarlarında hızlı büyür; ışığı sever, gövdesi kıvraktır.
Meşe ise yamaçlarda, taşlık topraklarda yavaşça yükselir; sabırlı, dirençli ve köklüdür.
Aynı ormanı paylaşırlar ama her biri kendi mahallesinde yaşar.
İki ağacın, insan eline geçtiklerinde dahi değişmeyecek derin karakter özellikleri, az evvel kurulan iki cümlede görülmektedir esasında.
Zaman geçer… Bir ormancının hızarıyla toprağa, bir müddet sonra da ormana veda ederler. Bir ormanın iki ayrı yerinde büyüyen, gelişen, komşuluk eden ağaçların buluşması ancak bir kamyon kasasında olur.
Ağaçların işlenmeye hazır hâle gelmesi başka bir yazının konusu olur. Yaş ağaçlar marangozun eline gelene kadar epeyce merhaleden geçerler. O bahsi geçelim ve talaş kokusunun her yanını sardığı çocukluğumun marangoz atölyesine çevirelim bakışlarımızı.
Meşe sert ağaç, maharetli ustanın ellerinde zamanla güzelleşir.
Dişbudak daha kolay şekil alır, kendine özgü desenler taşır.
Ormanın hatıraları olan bu kalem standları, yalnızca el işçiliğinin bir ürünü değil; aynı zamanda doğayla kurulan bağın, yeniden hayat vermeyi bilen usta ellerin ve ağacı sadece malzeme değil, yaşamın kendisi olarak görenlerin eseridir.
Meşeyi sabırla, dişbudağı ise değişimle bağdaştırdım yazı boyunca.
Eng Kalem‘in bu güzel kalem standları, düşünün ki beni İzmit’ten aldı ve Kastamonu’ya Ilgaz ormanlarına kadar götürdü.
Eğer kokusu üzerlerinde bu iki zanaat ürününe iyice kulak kabartırsanız, Şirinler’i bile duyabilirsiniz.
Bu kadar yazdıktan sonra kalemliğin oluklarının derinliğini hiç merak edemedim açıkçası. O da başka bahiste konuşulsun.



