Politikayla o kadar iç içe ki adam, herkesi ve her şeyi politikayla tartıyor. Tanışmaları, sevmeleri, nefret etmeleri… Hepsinin belirleyicisi siyaset oluyor. Kime dost kime düşman olacağını belirlemesi için desteklediği siyasetçinin en son kimi övdüğünü yahut yerdiğini görme ihtiyacı duyuyor. Siyaset harici konuşmaları bile imalarla, dokundurmalarla geçiyor.
Muhatabını yoran insanlara her gün bir önceki günden daha fazla maruz kalıyoruz… Barut fıçısı gibi, biri bir şey dese de patlasam, anasından doğduğuna pişman etsem, diyor tavırlarıyla.
Halbuki hayat ilerliyor. Siyasetin, hele hele günlük politikaların uzağında mevzularımız, meselelerimiz var. Olmak zorunda.
. . .
Esasında bu durum yeni değil. Hep oluyor…
Kutuplaşmak, ötekileştirmek, kavga etmek adeta DNA’mıza işlenmiş, nesilden nesile aktarılıyor.
Siyaseti kullanamasa, futbolu kullanıyor. Kullanacak bir şey bulamazsa mikro-milliyetçilikten vuruyor. Etnik köken falan değil bahsettiğim… Yan köylüsünü ötekiliştiriyor. Yaşadığı hayattan alamadığı keyfin acısını ondan çıkartıyor. Kendisini yüceltmek için geriye kalan herkesi alçaltma ihtiyacı duyuyor.
Kalbindeki, zihnindeki zehir, dilinden sızıyor.
Aslında kavgası kendiyle ancak başkalarına parmak sallamaktan dönüp kendisine bakamıyor.
Kendisini -bilhassa kendisine- ifade edecek, cümlelerini köprü edecek çapı olmayan insan varlığını bir başkasını ötekileştirerek sürdürüyor. Sadece ötekiliştirilmeye sebep durumlar değişiyor. Parmağı hep havada, hep “ama sen, ama sen, ama sen!..”
Senin partin!
Senin sendikan!
Senin takımın!
Senin ten rengin!
Senin ayakkabı numaran!..
Uzayıp gidiyor…
Hayat böyle değil.
Başka şeylerden konuşalım.
. . .
Meseleye bir de Halik Cibran’ın kaleminden bakalım ve yazıyı noktalayalım:
“Kendilerinden balık istediğinizde size yılan verenler, belki de yılandan başka şeyleri yoktur size verecek. O zaman, onların hesabına, cömertlik sayılabilir, bu.”
Ne dersiniz?..
(Çizim: Hasan AYCIN’dan.)